Blade Runner ve Geleceğin Eklektik Kent Tasarımları
Yazan: Barış Saydam
Günümüz sinemasının önemli yönetmenlerinden olan Ridley Scott, bilim kurgu türünün özgün eserlerinden biri olan Blade Runner filminde, geleceğin kent ve toplum düzenlemelerine dair etkileyici ipuçları vermektedir.
Bilimkurgu edebiyatında öykülerin fantastik doğasını vurgulayan, mekân ve çevre tasarımıyla birlikte teknoloji ve gelecek tasvirini ön plana çıkaran pek çok eser bulunur. İnsanoğlunun bilinmezliğe ve belirsizliğe olan merak duygusunu perçinleyen, geleceğe yönelik bilme ihtiyacına karşılık gelen eserler çoğu insan için ilgi çekicidir. Bu yüzden de literatürün büyük bir kısmı türün özellikle dikkat çektiği ve ileriye dönük bir projeksiyon sunmaya çalıştığı gelecek tasviri üzerine inşa edilir. 1960’lı yıllara gelindiğinde ise sinemadaki Fransız Yeni Dalga hareketinden etkilenen bir grup bilimkurgu yazarı tür içerisinde yeni bir yönelim başlatır. James Graham Ballard, Brian Aldiss ve sonrasında onlara katılan Ursula K. Le Guin gibi yazarlar bilimkurgu türünde sıklıkla yapılan gelecek tasvirleri, uzay araçları, yenilikçi şehir tasarımları ve yapay zeka uygulamaları gibi pek çok ayrıntıyı geride bırakarak çok daha alegorik anlatılar kurma eğilimi gösterir. Ballard, “asıl yabancı gezegen dünyamızdır” diyerek eserlerinde niçin insan doğasına ve dünyadaki yaşam deneyimine yönlendiğini ifade eder. Bu bilimkurgu yazarlarının eserlerinde siyasi, ekonomik ve sosyal değişimlerin ekseninde sınıf mücadelesi, toplumsal denetim mekanizmaları, insan psikolojisi ve varoluşsal felsefe gibi pek çok konu tartışmaya açılır. Yazarlar, çoğu zaman belirsiz bir mekân ve zamanda geçen alegorik hikâyelerinde içerisinde yaşadığımız dünyanın yansımalarını sunarak aslında kendi içimize dönmemizi ve yaşadığımız gezegendeki işleyişi sorgulamamıza kapı aralar. O yüzden de dışarıya dönük bir bakıştan çok içeriye dönük bir bakış ön plana çıkar. Dış uzaydan ziyade iç uzay/uzam meselesi daha fazla konu edilir.
"Tyrell Şirketi’nin binası Aztek ve Maya’ların inşa ettiği piramitlerin modernize edilmiş bir uyarlamasına benzer. Binanın mimari üslubu insanlığın kapitalist Tanrı için kurban edilişini akla getirir."
Bilimkurgu literatürünün önemli isimlerinden Philip K. Dick’in eserlerinde de Yeni Dalga etkisini gözlemlemek mümkündür. Gerek romanlarında gerek öykülerinde insan doğasını oluşturan temel unsurlara değinen, “insan nedir?” sorusunu sorarak içerisinde yaşadığımız dünyadaki totaliter rejimlerin insan doğasını nasıl zedelediğine ve onun özüne ne şekilde etki edebileceğine dair öngörülerde bulunan Dick, Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi? isimli eserinde de benzer sorulara cevap arar. 1968 yılında yayımlanan roman, bilimkurgu içerisinde bir alt tür olan distopya türüne aittir. 2021 yılında Terminus adı verilen nükleer silahların kullanıldığı bir dünya savaşından sonra dünya büyük bir kirlenmeye maruz bırakılır. Bu nedenle de pek çok insan ölür. Hayvanların çoğunun ise nesli tükenmek üzeredir. Dünyadaki doğanın ve atmosferin kirlenmesi nedeniyle Birleşmiş Milletler önlem olarak uzayı kolonileştirme faaliyetlerini hızlandırır ve yeryüzündeki insanları “dünya dışı kolonilere” yönlendirir. Fakat uzayı kolonileştirirken oradaki inşaat çalışmalarına katılan Rosen Şirketi’nin ürettiği altı tane gelişmiş Nexus-6 modelinde android birleşerek kendi görev tanımlarının dışına çıkmış ve yasadışı bir şekilde dünyaya geri dönmüştür. Romanın başkahramanı Rick Deckard ise kaçak olan androidleri bularak yok etmeye çalışır. Roman, Deckard’ın androidleri bulup yok etmesi meselesi üzerinden insan ile android arasında bir karşılaşma alanı yaratır ve insanı insan yapan temel değerleri de sorgulamaya çalışır.
"Mekânlarda birbirinden farklı pek çok tarihsel mimari üslup üst üste ve yan yana kullanılır. Modern mimari ile Art Nouveau ya da Barok yapılar kent enkazında taşıdıkları değer açısından aynılaşmış durumdadır. Kentsel bozulma ve yapı dönüşümleri geç kapitalizmin üretim ve dönüşüm mantığını birebir yansıtır."
1982 yılında Ridley Scott’ın Blade Runner ismiyle sinemaya uyarladığı film ile roman büyük ölçüde benzerlik taşımasına rağmen, ayrışan önemli özellikleri de vardır. Romanda, nesli tükendiği için yaşayan bir hayvana sahip olmak toplumda bir statü sahibi olmayı gerektirir. Deckard’ın androidleri yakalama görevinin altında yatan motivasyon bir gün canlı bir hayvana sahip olabilmektir. Elektrikli/elektronik bir hayvana sahip olmak ona yeterli gelmez. Kendisini insan yani canlı/yaşayan bir varlık olarak hissedebilmesi için bu onun adına önemli bir motivasyon kaynağıdır. Film ise romandaki hayvan ile insan arasındaki ilişkiye çok fazla değinmemeyi tercih eder. Oysa Dick’in yaşam piramadinde hiyerarşik bir düzen vardır. Bu düzen, içerisinde yaşadığımız dünyanın bir yansımasını oluşturduğu kadar alegorinin kurulmasına ve fark edilmesine de hizmet eder. Film, bu noktada roman gibi bütünlüklü ve katmanlı bir yapı inşa etmek yerine daha çok Deckard ile Nexus-6 modeli androidler arasındaki mücadeleye yönelmeyi tercih eder.
Bir diğer önemli farklılık ise, romanın temel unsurlarından biri olan empati konusundadır. Romanda, yaşanan savaştan sonra dünyada yaygınlaşan Mercerism isimli teknoloji merkezli bir inanç sistemi ortaya çıkar. Yaşanan savaşın insanlarda empati eksikliğinden ortaya çıktığına yönelik bir tavır geliştiğinden insanlar “empati kutuları” aracılığıyla empati duygularını canlı tutarak bir anlamda vicdanlarını rahatlatırlar. Empati kutuları, aynı zamanda insan ile android arasındaki ayrımı ortaya çıkarmak için önemlidir. Romanda sadece zeka, yetenek ve iş yapabilme kapasitesi birini insan yapmaya yeterli değildir. Bunun yanı sıra empati, vicdan ve sevgi gibi temel duygular da insanı insan yapan temel değerler olarak karşımıza çıkar. Deckard ile Rosen Şirketi’nin ürettiği Rachael isimli android arasındaki karşılaşma bu anlamda sembolik ve yazarın fikrinin ve yaklaşımının en net ifade edildiği bölümdür. Film ise Mercerism’e ve empati kutularına yer vermez. İnsan olma kıstaslarında deneyim, sevgi ve fedakârlık gibi çeşitli ögeleri öne çıkartır. Bu ögelerin androidler tarafından da ortaya konulabilir olması nedeniyle de insan ile android tartışması muallak bir zemine çekilir. Temel tartışma aynıdır, ancak roman ile filmin bu tartışmaya yaklaşımı ve öne sürdükleri argümanlarda farklılık görülür.
GELECEĞİN DİSTOPİK KENTLERİ
Roman terk edilmiş bir şehir olan San Fransisko’da geçse de, film kent tasarımı olarak kendisine Los Angeles şehrini merkez alır. Blade Runner’da tasvir edilen 2019 yılındaki Los Angeles, temel olarak tutarsızlıkların şehri olarak nitelendirilebilir. Şehir, iki ayrı bölümden oluşuyor gibidir; yukarıdakiler ile aşağıdakiler… Androidleri üreten ve bir anlamda geleceğin dünyasını yöneten şirket gökyüzüne uzanan bir gökdelenin en üstüne inşa edilmiş ve mimari olarak piramitleri andıran postmodern bir yapının içerisindedir. Tyrell Şirketi’nin binası Aztek ve Maya’ların inşa ettiği piramitlerin modernize edilmiş bir uyarlamasına benzer. Binanın mimari üslubu insanlığın kapitalist Tanrı için kurban edilişini akla getirir. Binanın en tepesindeki doktor Tyrell da bir çeşit tanrısal güce sahip babaerkil bir lider/yaratıcı olarak temsil edilmektedir. Onun hemen altında gökyüzünden bakıldığında tüm dünyayı kuşatmış gibi gösterilen gökdelenler ve çelik ve cam strüktürlerden oluşan kaba, ağır ve karaktersiz yapılar dikkat çeker. Yeryüzüne indiğimizde ise büyük bir karmaşa ve kaosla karşılaşırız. Tarihi yapılar ve eski şehirleşmenin izleri üzerine inşa edilen yeni yapılar burada bir arada ve aynı zamanda da tekinsiz bir yapılaşma örneği ortaya koyar. Farklı mimari tipolojilerin katmanlaştırıldığı kentte, böylelikle küresel bir dünyanın postmodern görselliği yaratılır. Mekânlarda birbirinden farklı pek çok tarihsel mimari üslup üst üste ve yan yana kullanılır. Modern mimari ile Art Nouveau ya da Barok yapılar kent enkazında taşıdıkları değer açısından aynılaşmış durumdadır. Kentsel bozulma ve yapı dönüşümleri geç kapitalizmin üretim ve dönüşüm mantığını birebir yansıtır. Kentte her şey uyarlanır çünkü eski, tüketici odaklı teknoloji talebe karşılık veremez. Her şey sürekli değişerek yenilenmek ve işlenmek zorundadır. Bu nedenle stilden, trendden, sanattan vazgeçilir ve salt işlev odaklı olarak yapılar inşa edilir. Filmin tüm görsel felsefesi de işlevsellik ve karmaşa fikri üzerine kuruludur. Filmde gerçek hayatta da Los Angeles kentinin bilinen ve imza eserlerinden olan Bradbury Binası, Frank Lloyd Wright’ın inşa ettiği Enis Brown Evi, Million Dollar Tiyatrosu ve tarihi İstasyon Binası kullanılır. Hem fütüristik mimari unsurları desteklemek hem de eklektik dokuyu tamamlamak için filmin çekimlerinin bir kısmı da Warner Bros. şirketinin stüdyolarında oluşturulan New York kentine ait hazırlanan dekorlarda yapılır. Gerçek ve stüdyo mekânlarının iç içe kullanılmasıyla birlikte yukarıda da sözünü ettiğimiz “iç içe ve yan yana” olma, farklı tarz ve stilleri bir arada verebilme olanağı da yaratılır.
"Sant’Elia, endüstriyel çağda bir kentin asıl görevinin, hareketi mümkün olan en verimli şekilde kolaylaştırmak olduğuna inanır. Geleceğin yeni kentleri için araç ve hıza göre üç trafik seviyesi önerir: Yaya üst geçitleri, arabalar için yollar ve tramvaylar için raylı sistem"
Fritz Lang’ın sessiz sinema dönemi klasiklerinden olan Metropolis (1927) filminde geleceğin kenti yaratılırken o dönemin New York kenti düşünülerek fütüristik mimari özelliklerine yönelik bir kent tasviri vardır. Metropolis’teki kentin yapılanma biçimi Antonio Sant’Elia’nın çizimlerine ve yeni şehir önerilerine göre dizayn edilir. Sant’Elia, endüstriyel çağda bir kentin asıl görevinin, hareketi mümkün olan en verimli şekilde kolaylaştırmak olduğuna inanır. Geleceğin yeni kentleri için araç ve hıza göre üç trafik seviyesi önerir: Yaya üst geçitleri, arabalar için yollar ve tramvaylar için raylı sistem. Bunlar, dikey asansör şaftlarıyla birlikte kentteki tek trafik arterleridir. Sant’Elia ayrıca kentin sürekli bir yapım halinde var olduğunu öne sürer: “Kenti icat etmeli ve yeniden inşa etmeliyiz.” Sant’Elia’nın 1912-14 yılları arasında yaptığı endüstri kenti tasarımları, özellikle Metropolis ve Blade Runner filmindeki kent tasarımını da açıkça etkilemiştir. İki filmde de Sant’Elia’nın tasarımlarına uygun bir “geleceğin kenti” yaratılır. Nüfus yeryüzündeki konutlara sığdırılamadığı için dikey bir mimari kaçınılmazdır. Bu şekilde gökyüzüne doğru uzanan çelik ve cam strüktürlerin yoğun olarak kullanıldığı hantal yapılar ortaya çıkar. Trafik sorununu halletmek için ise yeraltı, yeryüzü ve gökyüzü olmak üzere üç ayrı kanaldan bir akış sağlanır.
SINIFSAL ÇATIŞMANIN ODAĞINDA KENT MİMARİSİ
Blade Runner’a bakıldığında bu tasarımların yanı sıra alanların bölümlenme biçimi de sınıf, statü ve sermaye odaklı bir şekilde bölümlenmiştir. Ayrıcalıklı insanların bulunduğu gökyüzündeki yapılar çok daha ferah, ışık alan, geniş bir hareket alanına imkân tanıyan bir mimari özelliğe sahipken, yeryüzünde ise dar, klostrofobik, sıkışık ve harekete imkân tanımayan hapishane benzeri iç mekân tasarımları göze çarpar. Dev elektrikli tabelalardan yansıyan parlak pembe ve kırmızı ışıkların sokakların karanlık yeraltı dünyasıyla oluşturduğu keskin karşıtlık, varlıklı sınıfın tüketim dünyası ile kapitalizme özgü kentsel yoksulluk ve emekçiliğin karanlık dünyası arasındaki uçuruma dikkat çeker. Görsel doku ve kent deneyimi bariz bir biçimde bu şekilde sınıfsal farklılığı da görünür kılar.
Blade Runner’a bakıldığında hem insanoğlunun temel varoluşsal tartışmalarını ortaya koyan felsefik bir boyutu olduğunu görürüz hem de film aslında geleceğin kent ve toplum tasarımlarına dair de bize önemli ipuçları verir. Kentlerin tasarımında genellikle işin profesyonellerinin geride kaldığı, yöneticilerin ihtiyaca binaen günü kurtaran çözümlerle sorunlara anlık müdahalelerde bulunduğu yapıların gelecekte yaratacağı kaos ve karmaşayı filmde görmek mümkündür. Sant’Elia ve benzeri tasarımcıların bahsettiği gibi kentleri her defasında yeniden kurgulamak mümkün olmadığı için kentler çoğu zaman eskinin üzerine yeni yaklaşımlar kazanarak inşa edilmeye devam eder. Bu da sürdürülebilir ve yaşanabilir kent tasarımlarından oldukça uzak; karmaşık, kaotik ve her şeyin üst üste bindiği eklektik tarzlara neden olur.
*Bu yazı, Kent dergisinin Ocak-Nisan 2024 tarihli onikinci sayısında yayımlanmıştır.
*Derginin tamamını MBB Kültür Yayınları sitesinden buraya tıklayarak indirebilirsiniz.