14.10.2022

Gıda Etiği Bağlamında Kent ve Gıda

YAZAN: Cemal Taluğ, Prof. Dr., Tarım ve Gıda Etiği Derneği (TARGET) Başkanı

GIDA ETİĞİ NEDİR?

Bu makaleye “gıda etiği” kavramını kısaca tanımlayarak başlamak uygun olacak. Ancak, bu kavramı açıklamak için de önce gıda ve tarımla ilgili birkaç sözle yola çıkmak gerekiyor. Tarih boyunca insanın temel kaygısı ve amacı varlığını sürdürebilmenin yollarını bulmak olmuştur. Hayatta kalabilmek için vazgeçilemez ve ertelenemez temel ihtiyaçlarımızın başında hava ve su ile gıda yer alır. Öte yandan bağışıklık sistemimizi güçlendirmek, sağlıklı yaşamak, insani olanaklarımızı gerçekleştirebilmek için de yeterli, dengeli, güvenli ve uygun gıdaya ihtiyacımız var.

Aslında, insanın gıda ile ilişkisi sadece yaşamı sürdürmek ve sağlıklı beslenmekle de sınırlanamaz. Çok daha kapsamlı ve katmanlıdır. Gıda, kültüre içkindir. Gıda doğayla, toplumla, insan haklarıyla ve etikle doğrudan ilişkilidir. Ve gıda tabii ki politikayla iç içedir.

Tarıma da kısaca değinelim. İnsanlar, diğer tüm canlılar gibi, doğada var olanla yetindikleri uzun avcılık toplayıcılık dönemi sonrasında ve bundan sadece 12.000 yıl önce, belirli bitkileri kültüre alarak ve sınırlı sayıda hayvan türünü evcilleştirerek tarıma başlamışlar; tarım devrimini başarmışlardır.

İnsanın canlı materyallerle gerçekleştirdiği tarım hiç kuşkusuz, onun doğayla en fazla bütünleşmiş ve en değer yüklü, en büyük ve en yaşamsal üretim faaliyetidir. Tarım aynı zamanda insanın üretim faaliyetleri içinde en emek yoğun, en belirsizlik dolu ve en karmaşık olanıdır. Tarım, doğa ile insan arasında bir arayüz konumundadır (Gremmen, 2020).

Tarım insanın bu güzel mavi gezegendeki serüveninin en önemli dönüm noktası olmuştur. Tüm zamanını varlığını sürdürmek ve karnını doyurmak için kullanan insanın, tarımla birlikte giderek gıdaya erişimi yeterli ve istikrarlı konuma geldikçe bilme ve anlama arzusu da gelişmiştir.

Tarım insanın yalnızca doğayla etik bir ilişki kurmasına değil; öteki insanlarla da etik ilişki geliştirmesine yol açmıştır. İnsanın evriminde ethosun ilk ortaya çıkışının avcılık-toplayıcılık döneminde olduğunu kabul edersek, değerlerdeki ilk dönüşüm de tarımla ortaya çıkmış olmalı. Örneğin mülkiyet, ödünç verme, antlaşma gibi değerlerin başlangıcını tarımda aramak yanlış olmaz. Bugünkü değerlerimizin birçoğunun kökeninde ilksel tarım, onun yarattığı toplum ve yeni bir ahlaki aşamayı gerektiren insan ilişkileri bulunmaktadır. Etiği felsefe değil, insan(lar) yaratmıştır; ancak tarımın getirdiği refah ve insana kazandırdığı zaman insanın düşünmeye ve düşündüklerini paylaşmaya daha çok olanak bulmasını sağlamış; felsefe böylece ortaya çıkabilmiş ve insana ait olguları, dolayısıyla etiği disiplinli olarak çalışabilmiştir. Yerleşik düzene geçme, mesleklerin ortaya çıkışı, yazının ve paranın yaşamımıza girişi ve devletin oluşumu tarıma geçişle ve özellikle artı ürünün elde edilmesiyle ilişkilidir.

Evet, insan gıdaya erişim konusunda özgüveni geliştikçe evrene, varoluşa, bilgiye ve değerlere ilişkin sorular üretti, ve bunları yanıtlama çabasına girişti. Felsefe böylece doğdu. Tarım olmasaydı, felsefe de olmazdı.

Felsefenin alt dallarından birisi olan etik, “ahlak felsefesi” olarak da adlandırılır. Etik, ahlak üzerinde düşünmek, sorgulamalar ve değerlendirmeler yapmak demektir. “İyi – kötü nedir?”, “Doğru – yanlış nedir?” sorularına odaklanır; başkalarına zarar vermeden, iyi bir insan olarak “Neler yapmalıyım?”, “Nasıl yaşamalıyım?” sorularına yanıt arar.

İnsanlar arasındaki ilişkide olduğu gibi, insanın kendisiyle ve çevresiyle de etik bir ilişkisi vardır. İnsanın eylemine yön veren, onu belirli bir tutumu benimsemeye, belirli davranışlarda bulunmaya yönelten en önemli etmenlerden birisi yaptığı ve insan olarak yapmaktan kaçınamayacağı etik değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmelerin incelendiği, altında yatan değerlerin ve düşünme yönteminin açığa çıkarılmaya çalışıldığı disiplindir etik. Etik alanındaki çalışmalar değersel önceliklerin ve bunları yaşama geçirme biçimlerinin farklı olduğunu kavramayı ve farklı kişilerin, toplumların, çağların, dönemlerin birbirlerini bu bakımdan anlamalarının yollarını bulmayı içerir. Uzlaşmaların, birlikte yaşayabilmenin ve daha iyi bir geleceği tasarlamanın temelinde bu kavrayış yatmaktadır. Değerler hem kendi eylemlerimizin hem de başkalarına ilişkin duygularımızın başlıca belirleyicileridir.

Kadim ve köklü bir birikime sahip olan kuramsal etik yanında, özellikle son elli yılda; çevre etiği, toprak etiği, gazetecilik etiği, mühendislik etiği gibi uygulamalı etik disiplinleri doğmaya başlamıştır. Gıda etiği, 2000’li yıllar yaklaşırken neoliberal politikalar nedeniyle tarım ve gıda sistemlerinde ortaya çıkan hızlı ve derin değişimlerin, çürümelerin yarattığı kaygı ve sorunlara bağlı olarak doğan bir uygulamalı etik disiplinidir (Taluğ, 2016; s. 29).

Gıda etiği, tarım ve gıda sisteminin değer sorunlarını inceler; bunlarla ilgili kavramlar ve düşünceler üretir; sorgulamalar ve değerlendirmeler yapar. Sistemin bileşenlerinde ve tüm toplumda etik farkındalık ve duyarlılığın yükselmesini amaçlar.

Etik farkındalık ve duyarlılığın gelişmesi üç nedenle gereklidir: İyi ve doğru eylemler için insanların yolunu aydınlatır; insanların yaptıkları eylemlerin değerini görebilmelerine ve bu eylemleri için hem kendilerine hem de diğer insanlara karşı hesap verme sorumluluğu taşımalarına katkıda bulunur; tarım ve gıda alanındaki kamu politikalarının insanın, toplumun ve doğanın esenliği doğrultusunda iyileştirilmesi, geliştirilmesi ve dönüştürülmesine ışık tutar.

KENTLERİN KURULMASINDA VE GELİŞİMİNDE GIDANIN ROLÜ

İnsanın yeryüzündeki serüveninde yerleşik yaşama geçiş tarımla olanaklı olmuş, süreç içinde artı ürünün de elde edilebilmesiyle kentler doğmuştur. Tarih içinde insanlar daima gıdaya erişime elverişli gördükleri yerlere yerleşmek istemişler, zamanla bu olanak ortadan kaybolursa yeni arayışlara yönelerek oradan göçmüşlerdir.

Gıda sadece kentlerin yer seçimini değil, gelişimini de büyük ölçüde belirlemiştir. Tarih içinde kentlerde bulunan yiyecek ve içecekle ilgili alanların ve yapıların (örneğin, haller ve pazarlar gibi ticaret merkezleri) statüsü daima yüksek olmuştur. Gıda rejimleri kuramıyla bilinen Harriet Friedmann da gıdanın kentlerin gelişimindeki başat rolünü bir konferansında Londra, Manchester ve Chicago üzerinden ayrıntılı biçimde anlatır (Friedmann, 2020).

Bu bağlamda özgün bir örnek olarak İstanbul’un kuruluş yerini de gıdaya erişime elverişli olan konumuyla açıklamak uygun olur. Balık avcılığının insanlık tarihinde en az 40.000 yıllık bir geçmişi olduğu düşünülürse balığı bol olan yerlerin önemli bir çekim merkezi olması beklenir (Kaiser, 2022). Oğuz Tekin (2010) çeşitli kaynaklara dayanarak, Apollon’un İstanbul’u kurmaya gidenlere Haliç’i kastederek “Ne mutlu, … iki derenin boz renkli denize kavuştuğu, balıkla geyiğin aynı yerden beslendiği … yere yerleşeceklere” diye seslendiğini; bol balık varlığı nedeniyle İstanbul’da balık tuzlama işinin bir endüstri haline geldiğini ve tuz tekelini elinde tuttuğunu ve balık pazarları ve balık hallerinin tarih içinde daima kentin çok önemli bir parçası olduğu bilinen İstanbul’da, M.S. 4. yüzyılda Konstantin Forumu’nun arka tarafında bir “macellum”, yani balık hali bulunduğunu belirtir (Tekin, 2010).

Kentlerin kuruluş ve gelişimiyle gıda ilişkisi üzerinde araştırma yapmak isteyenler için, başta İstanbul olmak üzere, güzel ülkemizin birçok kentinin olağanüstü bulgulara erişmeye çok elverişli çalışma mekânları olacağını düşünüyorum.

TARIM VE KENTLER

Kentle gıda bu denli bağlantılı ise kent ile tarım ilişkisine de kısaca bakmakta yarar vardır. Kentlerin kurulması daha önce değindiğimiz gibi tarım devriminden sonra gerçekleşmişse de kentlerde yoğunlaşma sanayi devriminden başlayarak hızlanmıştır. Bununla birlikte kent nüfusunun aradaki çok büyük farkı kapatarak kır nüfusuna eşitlenmesi ancak 2008 yılında mümkün olmuştur. Bu eğilimin devam etmesi ve dünya kent nüfusunun 2050 yılında toplam dünya nüfusunun üçte ikisini aşarak %68 olması beklenmektedir (UN Population Division, 2019).

Kentler tarih içinde en azından 1900’lerin başlarına kadar tarımdan kopuk olmamışlardır. Örneğin İstanbul’da halen ayakta kalmaya çalışan Yedikule bostanlarının 1500 yıllık, Kuzguncuk Bostanı'nın 700 yıllık geçmişi vardır (Çam, 2014). Belirli dönemlerde yeni ve özgün kent tarımı modelleri de ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi sanayi devrimiyle birlikte batı ülkelerinin nüfusu hızla artan kentlerinde "paylaşım bahçeleri" (allotment gardens) uygulamasıydı. Bunlar, sanayi tesislerinde işçi olarak çalışmak amacıyla aileleriyle birlikte kırdan kente göçen insanların aç kalmamaları için patronların ya da kilisenin bir grup ihtiyaç sahibine tahsis ettiği kent içi tarım alanlarıydı. Bir başka örnek İkinci Dünya Savaşı’na yoğun olarak katılan ülkelerde (ABD gibi) ortaya çıkan "zafer bahçeleri"dir (victory gardens). Zafer bahçeleri, savaş yıllarında azalan tarımsal üretimin yarattığı boşluğu ve askere alınan çok sayıda insanın gıda ihtiyacını karşılamak için kamunun da yönlendirdiği bir kent tarımı hareketidir (Keshavarz et al. 2016). Bir başka örnek olarak "Havana kent tarımı" verilebilir. Sosyalist devrimden sonra ABD ambargosuyla karşılaşan Küba’da, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle özellikle başkent Havana’da büyük bir gıda krizi yaşanmıştır. Buna çözüm olarak kentteki parklar, bahçeler hatta her karış toprak, tarıma tahsis edilmiş ve tüm kent halkının gönüllü katıldığı kamu destekli bir kent tarımı seferberliği gerçekleştirilmiştir (Plonska ve Saramifar, 2019).

Bu göreli olarak yeni örnekler kentlerin gıdaya erişim açısından dar ve zor zamanlar yaşadıklarında tarımın değerini kavramış ve tarımı sahiplenmiş olduklarını göstermektedir. Zor ve dar zamanların gösterdiği bir başka gerçek ise, kenti yönetenlerin kentte yaşayan her bireyin yeterli, güvenli ve uygun bir biçimde gıdaya erişebilmelerinin sorumluluğunu taşımalarıdır. Kırsalda yaşayanların gıdaya erişme sorunu karşısında daha bireysel ve paylaşımcı çözümlerle sonuca ulaşabilmeleri mümkünken, kenti beslemek kolektif bir çabayı ve kenti yönetenlerin bu alanda çeşitli düzenlemeler ve desteklemeler yapmalarını gerektirir. COVID-19 pandemisi sürecinde daha da açıkça ortaya çıkan bu olgu nedeniyle yerel yönetimler gıda zincirinin her katman ve boyutunda düşünmek ve öngörüde bulunmak, planlamalar yapmak ve eyleme geçmek durumundadırlar.

Bu noktada, tarımın kentleri ne zaman ve neden terk ettiğine kısaca bakalım. Tarımın kentleri terk edişi (daha doğru bir deyişle, kentten kapı dışarı edilmesi) 20. yüzyıl ile başlamış sayılabilir. Bu dönemde batı ülkelerinin kentleri ciddi ölçüde büyümeye başlamış, büyümenin getirdiği yeni işyeri, konut, ulaşım vb. alanlardaki ihtiyacı gidermenin başlıca yolu olarak, artan hijyen kaygılarının da etkisiyle önce mezbaha ve haller gibi yerler kent dışına çıkarılmaya başlanmıştır. Ancak esas hızlanma İkinci Dünya Savaşı sonrasında, tarımda yaşanan teknolojik gelişmelerin, üretimin artık tüm insanlara yeteceği konusunda yarattığı özgüven nedeniyle olmuştur (ne yazık ki gıdaya erişim sorununun salt üretim miktarıyla değil, adil paylaşımla ilgili olduğu hâlâ geniş bir kesim tarafından görmezden gelinmektedir).

Neoliberal politikalar döneminde tarım bütünüyle ihmal edilirken, kentlerden dışlanan yalnızca tarım değil, hemen her türlü üretim faaliyetleri olmuştur. Bu süreçte büyük kentlere küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda finansman, rant ve vahşi tüketim cennetleri olma görevi yüklenmiştir.

Bugün kent tarımına üç farklı ana işlev çerçevesinde bakılmakta olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi gelişmiş ülkelerde yoğunlaşan kıra ve tarıma özlem temelli rekreasyon ya da öğrenme amaçlı tarım alanlarıdır. Bunların örnekleri arasında olan Berlin Dahnem Çiftliği, özellikle çocuklar için bir tarım ve kırsal yaşam açık hava dersliği gibidir. İkinci işlev türü kent yoksulluğuyla mücadeleye yöneliktir. Özellikle az gelişmiş ülkelerde bu işlev kent tarımının başat, hatta tek işlevidir. Kent tarımının bu işlevi ile yerel yönetimlerin kentte yoksullukla mücadele çabası arasındaki ilişki açıktır. Yerel yönetimlerin kentteki temel sorumluluklarından biri de kimsenin yatağa aç girmediği bir şehir yaratabilmektir. Üçüncü işlev ise doğrudan yoğun üretime dayalı olup kısaca dikey tarım olarak tanımlanır. Bu kent tarımı modeli henüz büyük ölçüde tartışma aşamasında olup geleceğin ana küresel tarımsal üretim modeli olacağı savını öne sürenler artmaktadır.

Kuşkusuz kent içi tarımın yukarıda sıralanmaya çalışılan işlevleri yanında birçok başka yararı da vardır. Bunlar arasında; karbon yutağı oluşturması, yağmur suyunu depolaması, iklimi serinletme etkisi, insanların (özellikle tarıma fiilen katılan yaşlıların) ruhsal ve fiziksel sağlığına katkısı, katılımcılar arasında dayanışma ve sosyal yardımlaşma yaratması ve benzerleri sayılabilir.

KENTLİ İLE YİYECEĞİ ARASINDAKİ MESAFE ÜZERİNE…

Tarımın kent dışına atılması ve her yerde üretici sayısının azalmaya başlamasıyla birlikte kentli tüketici ile üretici arasındaki, dolayısıyla kentli ile yiyeceği arasındaki ilişki değişmeye başlamıştır. Bu değişimin çeşitli yönleriyle incelenmesinde fiziksel, ekonomik, sosyal, bilişsel ve politik mesafe kavramları sıklıkla kullanılmaktadır (Bricas ve Conare, 2019).

20. yüzyılın ortalarından itibaren endüstriyel tarımın adım adım yükselişi ve 1970’li yıllar tamamlanırken doğan neoliberal küresel tarım ve gıda sistemi, kentli ile yiyeceği arasındaki fiziksel mesafenin iyice açılmasına neden olmuştur. Bu dönemde serbest piyasacı ve dünya pazarına eklemlenmeyi öne çıkaran politikalarla tarım girdileri ve ürünleri dış ticareti olağanüstü gelişmiş ve gıda kilometresi inanılmaz ölçüde uzamıştır. Arjantin’de üretilen soya ile Çin’de beslenen tavukların orada kesilip, paketlenip, gönderildiği Nijerya’da tüketilmesi artık bir kara mizah değil, gerçektir. Bülent Şık (2020) gıda kilometresinin bu boyutunu, Fransa’da üretilen “rivoli konservelerinin” öyküsüne dayalı “Konserve Düşler”[1] filmi üzerinden anlatır. Rivoli konservelerinin üretiminde tenekeden buğdaya, domuz etinden domatese kadar her biri farklı ülkelerden Fransa’ya gelen malzemeler kullanılır ve bu konservelerin tüketimi yine çok farklı ülkelerde gerçekleşir. Anılan film, malzeme tedariki sürecinde farklı ülkelerde yaşananları, o ülkelerdeki emekçilerin çileleriyle birlikte gözler önüne serer.

Bugün kentlerin her köşesini kuşatan süpermarketlerin ürün raflarına bakarak bir taraftan “artık her şey her yerde bulunmakta” denilebilir; ama diğer taraftan yaşadığımız kentin yakınlarında yetişen nitelikli bir üzümün, kirazın, domatesin ya da incirin bizim soframızda hiç yer almadan doğrudan Londra ya da New York’taki tüketicilerin masasında bulunması da hiç şaşırtıcı değildir. Yaşadığımız dönemde tüketici ile üretici arasında açılan fiziksel mesafe yerine kopan fiziksel mesafe dememiz galiba daha doğru olacaktır.

Kentli ile yiyeceği arasında ekonomik mesafe de aynı şekilde çok açılmıştır. Eskiden kentli tüketicinin satın aldığı gıda için ödediği paranın önemli bir kısmı üreticinin eline geçerken, şimdilerde ancak küçük bir kısmı üreticiye dönmektedir. Artık tedarik zincirleri her anlamda uzamış; aracılar, dağıtımcılar, depocular, işleyiciler ve satıcılar çoğalmıştır. Günümüzde çiftçiler, özellikle aile çiftçileri, bir taraftan artan maliyetlerle karşı karşıya kalırken, diğer taraftan küçülen, azalan, hatta eksiye geçen gelirleri nedeniyle borç sarmalı altında yaşamak, dirençleri tükendiğinde ise toprağı ve tohumu terk etmek durumunda kalmaktadırlar.

Kentli ile yiyeceği arasında, fiziksel ve ekonomik mesafe gibi, sosyal mesafe de açılmış bulunmaktadır. Neoliberal politikaların dayattığı yaşam tarzı insanlarda biz duygusunu köreltmekte, bireyciliği ve ben duygusunu öne çıkartmaktadır. Navarro (2017), “birlikte yaşam – ortak çıkar” öz dinamiğinin bozulmasıyla insanların hayatları boyunca salt çıkarları peşinde koşan varlıklara dönüşmelerini, özünde bir toplumsal varlık olan insana aykırı bir durum olarak nitelendirmektedir.

Bireyciliğin yükselmesine koşut olarak gıdanın sosyal niteliği giderek çözülmekte, gıda tüketimi bireysel bir etkinliğe dönüşmektedir. Kentlerde ayaküstü, çoğu kez tek başına ve hızlı yemek neredeyse norm haline gelmektedir. Buna uygun olarak çok işlenmiş gıdalar ve atıştırmalıklar artarken, yerel geleneksel gıdalar unutulmaya başlamıştır. Eskinin yerel malzemelerle hazırlanan, geniş aileler ve komşularla paylaşılan yemek kültürü giderek yok olmaktadır. Oysa kent ile geleneksel mutfağı arasındaki ilişkinin Gaziantep, Mardin ve Afyonkarahisar gibi birçok örnekte kenti daha tanınır ve daha varsıl hale getirdiği, bu noktada yerel yönetimlerin etkisinin Ankara Beypazarı örneğindeki gibi belirleyici olduğu bilinmektedir.

Bilişsel mesafe, kentli ile yiyeceği arasında belki de en fazla açılan ve kapanması konusunda en ivedi olarak çalışılması gerekli mesafedir. Kentlerde yaşayan insanlar giderek doğadan koptular, toprakla temasları kesildi ve gıda üretim süreçlerine yabancılaştılar. Meyve ağaçlarını tanımıyorlar; bitkilerin nasıl yetiştiğini hiç bilmiyorlar. Süpermarket raflarında paketler içindeki et parçaları bir canlıyı (inek, koyun vb.) çağrıştırmıyor. Büyük kentlerde bir kuzuyu, bırakın okşamamış olmayı, çıplak gözle görmemiş gençlerin sayısı çoğalıyor. Yerel yönetimlerin kentlilerle gıda arasında giderek açılan bilişsel mesafenin kapatılması, kırla kent arasında düşünsel ve duygusal köprüler kurulması bakımından da yapabilecekleri pek çok çalışma bulunmaktadır.

Kentli ile yiyeceği arasında giderek değişen ilişkiler kapsamında son olarak kısaca politik mesafeden söz edelim. Ulusötesi dev firmalar tarafından biçimlendirilen ve kontrol edilen mevcut tarım ve gıda sistemi, ulusal düzeyde gıda egemenliğini kısıtlayarak, merkezi ve yerel yönetimlerin gıda sistemi üzerinde istedikleri yönde dönüşüm yaratabilme güç ve olanaklarını sınırlamaktadır.

Mevcut sistem, yarattığı monokültür tarımda olduğu gibi her türlü çeşitliliğe de karşıdır. Bu bağlamda politik mesafe olgusuna birey tüketici açısından baktığımızda, gıda tercihlerinin çok açık olarak kısıtlandığını görürüz. Oysa insan tercihlerinin etik değerlere uygun olabilmesinin önkoşulu farklı seçenekler arasında özgürce seçebilme olanağının varlığına bağlıdır. Etik değerleri odağa alan tercihler yapmak, gıda sistemi üzerinde söz hakkına sahip olmak, ona etkide bulunmak ve onu değiştirmek isteyenler önce pasif bir gıda tüketicisi olma konumlarını değiştirmelidirler.

TUHAF ZAMANLAR VE ŞİMDİ TAM ZAMANI

Çinlilerin ilginç deyişleri ve özlü sözleri var. Bunlardan birisi aslında bir beddua sayılır. Çok kızdıkları kimseye “tuhaf zamanlarda yaşayasın” derler. Bu deyiş, yaşamakta olduğumuz dönemi ne güzel anlatıyor. Gerçekten büyük insanlık olarak tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Beklenmedik dar ve zor zamanlardan geçiyoruz.

İnsan faaliyetlerinin ortaya çıkardığı ve giderek geri dönülemez bir hale gelmekte olan iklim krizi insan türünü geleceğini tehdit etmekte. Artan küresel ısınma, azalan yağışlar ve ani iklim olaylarıyla artık yaşamımızın tam içinde. İklim adaletsizliği de bu olgunun bir başka yönü. Bu kavram iklim krizinin yaratılmasında hemen hiç payı olmayan az gelişmiş ülkelerin, krizi yaratarak zenginleşen ülkeler kadar (çoğu kez daha fazla) krizin sorunlarıyla karşı karşıya olduklarını vurguluyor ve krizin bedelinin ve maliyetinin yüklenilmesinde tarafların sorumluluklarını sorguluyor.

Öte yandan, kayda alınan ilk vakadan bu yana neredeyse üç yıla yakın zaman geçmesine karşın COVID-19 küresel salgınının üstesinden hâlâ gelinemedi. Yaşamımızı her yönüyle alt üst eden bu küresel salgının nasıl ve ne zaman sonlanacağını bilemiyoruz. İkiz krizimize Şubat 2022 sonlarında bir yenisi eklendi. Sınırlarımızın yakınında başlayan ve 21. yüzyılda artık yaşanmaz diye düşündüğümüz bir savaş. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı. Savaşın bir tarafında Rusya var, ama öbür tarafı tam görülemiyor. Gerçekten büyük insanlık için tuhaf zamanlar. Yaşanan bütün bu krizler, bizi acılara, kaygılara ve sıkıntılara boğarken bazı gerçekleri aydınlattı, unuttuğumuz ya da görmezden geldiğimiz değerleri yeniden hatırlattı.

Bu bağlamda, önce tarımın ve gıdanın bizim için yaşamsal önemine ve değerine ışık tuttu. Tarım ve gıdanın sadece insanın dar ve zor günlerinin değil, yeryüzündeki varlığının ve geleceğinin anahtarı olduğunu gösterdi. Bununla da yetinmedi, mevcut tarım ve gıda sistemlerinin içerdiği yanlışları ve yalanları, kırılganlıklarını, zaaflarını ve yarattığı etik sorunları da ortaya çıkardı.

Bir avuç ulusötesi dev firmanın, tohumu, damızlıkları, tarım gübreleri ve ilaçlarıyla her türlü girdiyi, tarım ticaretini ve hatta tarımsal bilgiyi küresel büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda biçimlendirir ve kontrol ederken, ulusların ve toplulukların gıda egemenliğini kısıtladığını, eşitsizlikleri derinleştirdiğini ve her türlü çeşitliliği yok etmekte olduğunu gördük. Endüstriyel tarımın yarattığı ekolojik ve sosyal maliyetleri bütünüyle bir dışsallık olarak kabul ederek bedelini doğaya ve topluma yüklediğini daha iyi anladık. “Biz olmasak sizi kim doyuracak!” sloganının uzun erimde ne denli büyük bir aldatmaca olduğunu kavramaya başladık. Yoksul ülkelerde yürütülen toprak gasplarının o topraklarda yaşamakta olan insanlar için büyük acılar ve çaresizlikler yarattığını öğrendik. Adil, paylaşımcı ve kapsayıcı bir küresel gıda sisteminin özlemini duymaya başladık.

Bu gerçeklere dayalı olarak mevcut sisteme yönelik sorgulamalar ve itirazlar yükselmeye, direnmeler ve alternatif arayışları güçlenmeye başladı. Kriz zamanlarının esaslı dönüşümlere gebe olduğunu işaret edenler çoğaldı.

Popüler bir Çin özlü sözünü paylaşmak isterim bu noktada. Çinliler özellikle fidan dikerken “Bu işi yapmanın en iyi zamanı yirmi sene önceydi" derlermiş. Sonra devam ederlermiş, “Şimdi ise en iyi ikinci zaman” Evet, mevcut gıda sistemini iyileştirmeye, dönüştürmeye çok daha önce başlamalıydık. Ama geldiğimiz nokta ikinci en iyi zaman. Ya da benzer bir deyişle; şimdi tam zamanı.

AÇLIK, GIDA HAKKI VE GIDA YARDIMI

Yazımın bu noktasından itibaren gıda etiğinin başlıca konu alanlarına değinmek ve etik değerlere dayalı bir gıda sisteminin inşasına ilişkin olarak görüşlerimi özellikle yerel yönetimler ve yurttaşların yapabileceklerini odağa alarak paylaşmak istiyorum.

Bildiğim yabancı gıda etiği kitaplarının hemen hepsinde ilk başta açlık konusu ele alınıyor. Açlık konusu ilk kez Maltthus’un ünlü “Essay on a Principle of Population” çalışmasıyla felsefenin görüş alanına girmiştir. Yereli aşan ve küresel olarak yaşanan açlık olgusu ilk olarak 1929 yılında başlayan Büyük Buhran döneminde fark edilmiş, ama esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler'in (BM) kuruluşuyla birlikte konu gündemde yer almaya başlamıştır (Thompson, 2015).

Açlık konusunda en bilinen konuşmalardan birisini John F. Kennedy, 4 Haziran 1963 günü Dünya Gıda Kongresi’nde yapmıştır. Kennedy, “Açlık bir insanlık suçudur ve artık dünyadan kovulmalıdır" diyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarımının büyük teknolojik ilerleme kaydetmesine ve çiftçilerin üç kata yakın verim artışı sağlamasına dayanarak konuşmasına şöyle devam ediyor: “İlk defa sorunu çözecek gücümüz var ve yine de dünyada açlık devam ederse bu bizim kuşağın yüzkarası olacak” (Kennedy, 1963). Aynı yılın Kasım ayında ne yazık ki Dallas’ta vurularak öldürülen Kennedy, açlığı çok güzel tanımlamış, ama teknolojik ilerlemelerin her şeyin çözümü olamayacağını görememişti. BM bugüne değin birçok açlığı azaltma hedefi koydu; ama bunlardan hiç birisi gerçekleşmedi. En son belirlenen 2030 Sıfır Açlık hedefinin zaman sınırına, çözümü salt üretimde ve teknolojide arama yanlışını sürdürerek ve krizlerin gölgesinde yaklaşıyoruz. Hedefin gerçekleşme umudu ne yazık ki yine gözükmüyor. Dayanışma ve adil paylaşım gibi değerlere insanlığın gözü kapalı oldukça, Kennedy’nin altını çizdiği bu büyük insanlık suçunu dünyadan kovamayacağımız açıkça gözüküyor.

Açlık olgusu gıda hakkını çağrıştırır. Yasalarda yer almakla birlikte, hâlâ çoğu kez yardımseverlikle bağdaştırılan gıda hakkı bir yaşama hakkıdır. İnsanın bizatihi bir değer olmasıyla ilgilidir. BM önceki Gıda Hakkı Özel Raportörü Prof. Dr. Hilal Elver’in (2020) gıda hakkının devletin yükümlülüğünde olan ve kişilere de bundan dolayı devlete hesap sorma hakkı tanıyan bir yasal mekanizma olduğunun altını çizer. Bu noktada, Doğan Kuban’ın (2016) “Anayasamızın ilk maddesi olmalı: Kimse aç bırakılamaz!” başlıklı yazısını hiç unutmamamız gerektiğini belirtmek isterim.

Küresel açlığın bir küresel üretim yetersizliği sorunu olmadığı çok açık biliniyor. Sorunun temelinde derinleşen eşitsizlikler nedeniyle önlenemeyen, hatta giderek artan yoksulluk var. Yoksullara balık vermenin ötesinde, onların balık tutar hale gelmelerini sağlamak kuşkusuz daha önemlidir. Ancak bu gıda yardımının gereğini, önemini ve değerini gölgelememelidir. İhtiyacı olan herkese gıda yardımı ulaştırılmalıdır.

BM FAO’nun 2007 yılı Dünya Gıda Günü sloganı ne güzeldir: Yoksullar, gıda yardımının nesnesi değil, gıda hakkının öznesidir. Gıda yardımı alanları birer “yararlanıcı” olarak değil, hak sahipleri olarak görmeliyiz. Gıda hakkı sağlanırken kimlik, din, dil gibi farklılıkların dikkate alınarak ayrımcılığa yol açılmaması bu hakkın özü, doğası gereğidir. Ayrımcılık gibi algılanabilecek olmasına karşın etik açıdan kabul edilebilir farklılıklar yalnızca, “uygun gıda” teriminin işaret ettiği gibi, sağlanan gıdanın bireyin kültürüne uygun olması koşulunu karşılamak adına, bilinçli olarak gerçekleştirilen farklılıklardır.

GIDA GÜVENCESİ, GIDA EGEMENLİĞİ VE GIDA GÜVENLİĞİ

Yaşanan dar ve zor zamanlar, ulusların gıda güvencesine sahip olmalarının değerini açıkça ortaya koymuştur. Tarımın herhangi bir ekonomik faaliyet, gıdanın da herhangi bir meta olmadığı iyice ortaya çıkmıştır. Su ve gıdanın stratejik önemi herkes tarafından görülmeye başlamıştır. ABD eski Dışişleri Bakanlarından H. Kissinger’in neredeyse 50 önce söylediği “Gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz.” sözünün doğruluğuna kimsenin kuşkusu kalmamıştır (Yalçın, 2018). “Param var istediğimi alırım.” diyenlerin ne büyük bir yanılgı içinde oldukları açığa çıkmıştır. Gıda, bugün bir ulusal bağımsızlık ve ulusal güvenlik konusudur.

Gıda güvencesinin önkoşulu küresel gıda sisteminin büyük ölçüde kısıtladığı gıda egemenliğine sahip çıkmak, onu geri kazanmaktır. Tarım ve gıda alanında serbest piyasa düzeninin tahtı sallanmaya başlamıştır. Sosyal devlet, kamu müdahaleleri ve planlama gibi kavramlar yeniden hatırlanarak etkin bir biçimde hayata aktarılmalıdır. Bu çerçevede tarım ve gıda alanındaki kamu örgütlenmesi mutlaka ve her anlamda güçlendirilmelidir. Tarımda kamu desteklemeleri, günlük ve siyasi çıkarlara göre değil, katılımcı ve kapsayıcı bir planlama doğrultusunda ve odağında “temel ürünlerde kendine yeterlilik” olan bir biçimde uygulanmalıdır.

Kentler ölçeğinde gıda güvencesi kentte yaşayan bireylerin ve ailelerin her zaman yeterli, sağlıklı ve güvenli gıda ile beslenebilme olanağına sahip olabilmelerini kapsar. Bu bağlamda gıda güvencesinin bir boyutu gıdanın bulunabilirliği, yani pazarlarda yeterli miktarda var olması, diğer boyutu ise gıdanın erişilebilirliği, yani ekonomik olarak satın alınabilir olmasıdır. Gıda güvencesi aynı zamanda gıdanın insanların kendi kültürüne ve tercihlerine uygunluğunu da göz önüne alan bir kavramdır.

Günümüzde neoliberal politikalar, özellikle büyük kentlerde, zenginliğin ve yoksulluğun eşzamanlı yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Derinleşen eşitsizlikler bağlamında kentler ölçeğinde gıda güvencesi büyüyen bir sorun alanı olmaktadır. Dünya çapında ve özellikle ülkemizde artan düzensiz göçler de kentsel gıda güvencesinin önemini ve değerini artırmaktadır.

Kentlerde gıda güvencesi sağlamaya yönelik olarak yürütülen gıda bankaları, halk marketleri ve halk lokantaları, halk ekmek ve halk süt, doğrudan gıda kolileri vb. girişimler değerlidir ve ihtiyacı olan herkesi eksiksiz ve ayrımsız kapsayacak biçimde genişletilmelidir. Dünyada yaygın olarak uygulanan devlete ait eğitim kurumlarında ücretsiz yemek verilmesi bizde de denenmelidir. Yukarıda da belirttiğim gibi, başta çocuklar olmak üzere, hiç kimsenin yatağa aç girmediği bir kentin yaratılması yerel yönetimlerin temel görevleri arasındadır.

Gıda güvenliği alanında gıda hileleri, taklit ve tağşiş önemli sorunlar olmaya devam etmektedir. Güngörmüş Anadolu insanının yaşam kültürünün özgün bir parçası olan gıdaya özen ve saygı yıllar içinde ne yazık ki kaybolmaya yüz tutmuştur. Bu konuda süt sanayimizin öncü bir girişimcisinin 1950’li yıllara ait bir anısını onun kaleminden paylaşmak isterim. “Muş civarındaki birçok köyde süt satın almada zorlukla karşılaştık. Anadolu’nun yardımsever, cömert, kanaatkâr insanları sütü bir nimet olarak görüyorlar, ‘Bunu üretmek için bizim özel bir emek vermemiz gerekmiyor, öyleyse satıp para kazanmamız doğru olmaz.’ diye düşünüyorlardı.” (Bahçıvan, 2008).

O yıllarda her şeyin metalaşması giderek her köşeye ulaşmaya başlamıştı. Kısa sürede Muş köylerinde de süt satılmaya başlandı. Sonra su satılmaya başlandı. Ve sonra ne yazık ki, süte su katılıp satılmaya, gıda hileleri de yaygınlaşmaya başladı.

Halkın alım gücünün düştüğü dönemlerde gıda hileleri ne yazık ki artma eğilimi göstermektedir. Gıda güvenliğinin birincil üretimden başladığı unutulmamalı, kentlerde zehirsiz sofralara oturulabilmesinin önkoşulu olarak tarımsal üretimde kimyasal kullanımı yasal olarak sınırlandırılmalıdır. Gıda kontrol laboratuvarlarının yaygınlaştırılması ve güçlendirilmeleri, gıda denetimlerinin sıklaştırılması ve cezaların caydırıcılığının arttırılması gereklidir. Bu alanda yerel yönetimlerle merkezî yönetimlerin eşgüdüm içinde çalışması, yasaların yerel yönetimlerin kentlilerin güvenli gıdaya ulaşması konusundaki yetkilerini güçlendirecek biçimde yapılandırılması önemlidir.

Gıdaların izlenebilirliği, özellikle de etik izlenebilirlik alanında daha alınacak uzun bir yol vardır. Bu konuda mevzuatta ve uygulamada hızla ilerleme sağlanmalıdır. En iyi gıda denetçisinin bilinçli tüketici olduğu gerçeği göz önüne alınarak tüketici haklarının geliştirilmesine ve tüketicilere dönük yaygın eğitime önem verilmelidir.

DUYARLI VE SORUMLU TÜKETİM

Tüketicilerin bireysel haklarına ve tercihlerine sahip çıkmalarının ötesine geçerek tüketim davranışlarında sosyal ve ekolojik duyarlılıklar taşımalarına ve sorumluluklar yüklenmelerine dayalı tüketim anlayışının giderek gelişmekte olduğu memnuniyetle izlenmektedir. Tüketim tercihleri yoluyla doğanın korunmasına ve toplumun esenliğine katkıda bulunmaya çalışanlar ya da gıda için yaptığı harcamayla neye ve kime güç verdiğini sorgulayıp, tarım ve gıda düzeninin mağduru olan insanlarla gıda üzerinden dayanışma içine girmek isteyenler bu sorumlu tüketim anlayışının örnekleridir (Taluğ, 2016; s. 89).

Duyarlı ve sorumlu tüketim davranışlarından birisi yerel gıda tercihidir. Yerel tüketimin iki ana amacı vardır: Yerel üreticileri desteklemek ve gıda sisteminde nakliyenin çevre üzerinde yarattığı aşırı yükün azaltılmasına katkıda bulunmaktır. Yerel üreticiler, bizim sağlıklı ve taze ürünler tüketebilmemiz açısından önemlidirler. Onların varlığı ve güçlenmeleri, yakın çevremizdeki kırsal yaşamın güçlenerek sürdürülmesi, doğal varlıkların korunması, tarım mirası ile yerel kültüre sahip çıkılması açılarından da çok değerlidir.

Daha önce de değindiğimiz gibi bugün gıda tedarik zincirlerinin uzunluğu çok artmıştır. Yerel tüketim akımlarının güçlenmesinde bu olguya karşı gelişen tepkinin de önemli payı vardır. Yaşanılan yerin 100 mil çevresi dışında üretilen yiyeceklerden uzak durmaya dayanan 100 mile diet akımı bu bağlamdaki tüketim anlayışının öncüsü ve en fazla tanınmış olanıdır. Kanadalı bir çift, bir yıl boyunca sadece 100 mil çevrelerinde üretilmiş olan gıdalarla beslenmeye karar verirler ve süreci 2005 yılı Mart ayında hayata geçirmeye başlarlar. Bu süreçte yaşadıklarını ve duygularını bir yerel gazetede yayınlanan yazılarıyla paylaşırlar. Bu yazıların büyük bir ilgi görmesiyle bu kez öykülerini kitaplaştırırlar (Smith ve MacKinnon, 2007).

Yerel tüketim çoğu kez mevsiminde tüketimi de içerir. Tarımın mevsimsellik özelliği üretimin doğaya bağımlılığından kaynaklanır. Eskiden mevsiminde tüketmek hemen hemen tüm bitkisel gıdalar için tek seçenekti ve insanlar sevdikleri meyve ve sebzelerin mevsiminin gelmesini dört gözle beklerlerdi. Şimdi ise neredeyse her şey “her zaman” elimizin altında. Bunun sağlıklı beslenme kısmını bir tarafa bırakalım, ama karbon ayakizi olarak bedeli yüksek. Meyve ve sebzeleri mevsiminde yemek en azından doğanı

Diğer İçerikler Haberler